Ve insan bugününe koşuyor.

Primatların alt grubu olan insansı maymunlar ya da Hominidler’in dört türü vardır; bunlar Orangutan, Goril, Şempanze ve İnsan’dır. İnsanın kendini bu gruptan soyutlayarak bugün nasıl dünyanın hakimi konumuna gelebilmiş olduğuna dair muhtelif spekülasyonlar vardır. Ancak, türler arasındaki genel görüntüye bakıldığında, insanın bir şekilde postunu yitirmiş olmasının, onun beyninin gelişmesinin ve evrimleşmesinin başlıca nedeni olduğu kanısına varmak akla oldukça yakın görünüyor.


İnsan ile maymun arasındaki yol ayrımının başlangıcında ilk insanımsılar olarak 5 milyon yıl önce ortaya çıkmış olan Ardipitekler'i, ardından da 4.2 milyon yıl önce ortaya çıkan Australopitekler'i görürüz. Bu türler 1,1-1,6 metre boyda, 30-50 kg ağırlıkta olup genel olarak meyve ve yapraklarla beslenirlerdi; her hangi bir alet kullandıklarına dair elimizde henüz somut bir kanıt yok. Beyin hacimleri 500 cm3 civarında olup, şempanzeninkinden sadece 100 cm3 daha büyüktür. Australopitekter’in diğer Homo türleri ile yan yana günümüzden bir milyon yıl öncesine dek varlıklarını sürdürdükleri, bu tarihlerde türün yok olduğu görülür.


Kimilerine göre ilk insanımsılardan Homo habilis’in günümüzden 2,1-1.5 milyon yıl önce, sadece doğu Afrika’da yaşamış ve 650 cm3 civarında bir beyin hacmine sahip olduğunu biliyoruz. Bazı araştırmacılar bu türü Australopitek gurubunun devamı olarak görmektedirler. İlk kez 1,8 milyon yıl kadar önce görülen Homo erectus ise ortalama 935 cm3 civarında bir beyin hacmine sahip. Bu türler 500 milyon yıllık bir süreçte ot ve meyvaların yanında bazı böcek ya da yakalayabildikleri küçük hayvanlarla da beslenerek yaşamışlardır. Ancak Homo erectus’un zamanla giderek geliştiğini, ateşi ve taş aletleri kullandığını, mağarada yaşadığını, avlandığını ve etçil beslenmeye başladığını biliyoruz. Bu gelişim sayesinde midir tam bilinmez, Homo erektus Afrika’dan çıkarak yeryüzüne yayılmıştır. Java’da ve Çin’de, Avrupa’da ve Cezayir’de Homo erectus fosilleri bulunmuştur.


Neandertal insanı kimilerine göre günümüzden 300 bin, kimilerine göre de 500 bin yıl önce ortaya çıkmıştır. Günümüzün modern insanı sayılan Homo sapiens’in ise ilk defa 160 bin yıl önce, gene orta Afrika’da ortaya çıktığını ve oradan tüm dünyaya yayıldığını biliyoruz. Arkeolojik bulgular Homo sapiens ile Neandertaller’in orta doğuda 60 bin, Avrupa’da ise 10 bin yıl kadar yan yana yaşamış olduklarını, ancak nadir bulgular dışında birbirleri ile hiç karışmadıklarını gösteriyor. Homo sapiens, Anadolu üzerinden Avrupa’ya ulaşmış ve 5000 yıl içinde tüm Avrupa kıtasına yayılmıştır; 40 bin yıl önce onların Atlantik kıyılarına ulaşmış ve oraya yerleşmiş olduklarını biliyoruz. Bazı araştırmacılar Neandertaller’in günümüzden 30 bin yıl önce, daha zeki ve daha gelişmiş bir kültüre sahip Homo sapiens tarafından yok edildiklerini söylerler.

İnsanın Sosyal ve Kültürel Tarihi

Her canlı onu zorlayan ya da varlığına kasteden koşullarla başa çıkabilmek üzere bazı refleksler geliştirmiştir. İnsanı da, tarih boyunca karşısına çıkan zorlamalara karşı sürekli olarak çareler arayan, aklını ve yaratıcılığını kullanarak yeni buluşlar yapan, zorlamaların seviyesi yükseldikçe yeni teknikler geliştiren, bu geliştirmeler sonucu dünyanın çehresinin yeniden şekillenmesine neden olan, bu yeni şekle uyum sağlayabilmek için de yeniden kendini değiştirmek zorunda kalan bir canlı türü olarak görürüz. İnsanın tarih boyunca yaşamına etkimiş, onu düşünmeye yönlendirmiş, karşı çarelere ve yeni buluşlara zorlamış olan iki temel tehtid vardı:
-Birincisi, diğer canlılar gibi onu da tehtid eden doğa güçleridir.
-İkincisi ise, diğer canlılar arasından sıyrılarak dünyanın mutlak hakimi olduğunu ilan eden insanın kendi cinsidir.



Başlangıçta doğa ile başa çıkmak zorunda olan ilkel insan, karnını doyurmak üzere gene doğanın ona sunduğu nimetlerden istifade ediyor, doğal tehtidlerden korunmak için de mağaraya sığınıyordu. Taştan yonttuğu aletleri geliştirdikçe cesareti arttı; kendisinden daha güçlü olan canlılar için artık sadece bir av değil, aynı zamanda bir avcı da olmuştu.


Mitolojide Prometheus’un onu tanrılardan çalıp insana getirdiği için cezalandırıldığı yazılır. Tarihi bulgulara göre insan ateşi en az 400.000 yıldır kullanıyor; son bazı araştırmalara göre bu sürecin 700-800 bin yıl öncesine kadar gittiğine dair kanıtlar var. Önceleri sadece ısınmak ve hayvanlardan korunmak için ateşi kullanan ilkel insan, sonra eti pişirerek yemeyi, topraktan çömlek yapmayı, madenleri eritmeyi öğrendi, alet ve silahlarını geliştirdi. Ateşin sağladığı enerjinin henüz bilincinde olmaksızın başlayan bu serüven, diğer canlı türleri gibi sadece beslenme zincirinin bir halkası olarak yaşamını sürdürürken, ateşi disiplin altına alıp, enerji teknolojilerini sürekli geliştiriren insanı, diğer canlılar arasından sıyrılarak yeryüzünün belirleyicisi konumuna getiren en temel farkındalıklarından biridir. Ateş hem iyiliğin ve her şeye hayat veren güneşin, hem de kötülüğün ve yok edici yeraltı güçlerinin simgesi olmuştur.


Köpek insanın ilk refakatçisidir. 100.000 yıl kadar önce kurttan yolunu ayırıp insana takılarak ehlileştiğini söyleyenler var; eldeki arkeolojik bulgular ise bu birlikteliğin günümüzden 15.000 yıl önce insanın yerleşik düzene geçmesiyle başladığı gösteriyor.


İnsanın yerleşik düzene geçmesi neolitik dönem tarım devrimi olarak bilinir.
Gezici ve toplayıcı konumdan, çalışan ve üreten bir düzene geçen, bulduğu mağara ile yetinmeyerek, evini ve köyünü imar eden insanla birlikte toplumsal yaşamın da temelleri atılmış oluyordu. Filistin Eriha’da yapılan kazılardan elde edilen, bu döneme ait en eski bulgular şimdilik M.Ö. 9000 yıllarına işaret etmektedir. Evlerde tarım ürünlerinin saklanması amacı ile depoların ön görülmüş olduğu dikkat çekmektedir.


Mısır’da insanın ineği ehlileştirip onun sütünden istifade etmekte oluğunu gösteren çok sayıda kayıt bulunmaktadır. Çatalhöyük de, yeryüzündeki en eski insan yerleşimlerinden biridir. Burada yaşayan halkın köpek ile birlikte koyun ve keçiyi de evcilleştirmiş olduğunu, yabani sığır, yabani at, eşek, domuz ve geyik gibi hayvanları avladıklarını, özellikle de at ve sığırın törenlerde ziyafet sofralarını süsleklerini biliyoruz.


Bulunan en eski seramik parçacıkları insanın 24.000 yıl önce toprağı pişirmeyi öğrendiğini gösteriyor. En eski seramik kaplar 18.000 yıl önce, sırlı seramikler ise günümüzden 5000 yıl önce görülmeye başlanıyor. M.Ö. 6000’den beri Anadolu’da seramik torna kullanıldığı, hatta tornanın tekerleğin icadına ilham kaynağı olduğu tahmin ediliyor. Tarım ürünlerinin saklanması için eski dönemlerde pişirilmiş olan çömleklerin bir çoğu bugün dahi aynı amaçlar için kullanılmaktadır.


Toprağı pişirirken madenlerin de eridiğini fark eden insan, artık alet ve silahlarını bu yeni malzemeden üretmeye başlayacaktır. Aletler önce daha düşük ısıda eridiği için bronzdan, daha sonra da demirden işlenir.


Yerleşik düzene geçiş aynı zamanda mimarlık tarihinin de miladıdır. İnsanın ihtiraslarının göstergesi ve doğal güçlere başkaldırının simgesi olabilecek nitelikteki monumental mimari örneklerden bazıları doğal güçlere kafa tutabilmiş ve günümüze dek yaşaya gelmiştir.


İnsanın icat ettiği ilk makina parçası olması bakımından, ulaşım, taşımacılık ve savaşların geleceğinin belirleyici unsuru olmuştur. M.Ö. 4000 civarında ilk kez Sümerler tarafından kullanıldığı sanılmaktadır. O zamana kadar büyük yükler, kızak ya da kütükler üzerinde çekilerek ya da yuvarlanarak taşınırken, tekerlek ile birlikte insanın attığı adımların hız kazandığı söylenebilir.


Tekerleğin icadı ile aynı dönemde ortaya çıkan yazı, insanın M.Ö. 4000 civarında tarih öncesi dönemden tarih çağlarına geçişi sayılır. Topluluk halinde yaşamın beraberinde getirdiği sosyal sorunlar insanı önce yasaları yazılı olarak ortaya koymaya zorlamıştır. M.Ö. 1790 yılına tarihlenen Hammurabi Kanunları, insan tarafından kaleme alınan ilk hukuk belgesi olarak da bilinir.


Mevcut bulgulara göre, tarihe mal olmuş en eski edebi eserin ise M.Ö. 1200’de Sin-leqe-unninni tarafından anlatılan Gılgamış Destanı olduğu sanılmaktadır.


İnsanın kendi türü ile olan kavgası da en az insanlık tarihi kadar eskidir. Tanrı çiftçi Kabil’in adağını red edip, çoban olan kardeşi Habil’in adağını kabul edince, kardeşini kıskanan Kabil Habil’i öldürür ve tarihi kayıtlara geçmiş olan ilk cinayet de bu şekilde işlenmiş olur. Bundan böyle insanoğlu ötekini yok etmek için giderek daha etkili aletler icat ve imal etmeyi, öldürücü daha rafine buluşların peşinde koşmayı bir iş haline getirecektir. Böylece askerlik mesleği de ortaya çıkmış olur. Önce kendini korumak, sonra da diğer topluluklara egemen olmak için savaşçı bireyler yetiştirilecek ve ordular kurulacaktır.


Tekerleğin icadı sadece ulaşım ve taşımacılık sektörünün gelişmesine katkıda bulunmamıştır. Silah sektörü de savaş arabası ile ilk konvansiyonel savaş aracına sahip olmuş, araba kullanan ordular ötekilere karşı ciddi bir üstünlük sağlamıştır. M.Ö. 1274 yılında Hititler ile Mısır arasında meydana gelen Kadeş savaşında Mısır’ın 2000, Hititler’in ise 3500 savaş arabalası kullanmış oldukları kayıtlara geçmiştir.


Gemi yapımında öne çıkan denizci kavimler sadece kıtalar arası seyahat, ticaret, taşımacılık ve keşifler yapmakla kalmazlar, kurdukları donanma ile denizlere hakim olurlar ve giderek zenginleşirler. Önceleri sadece insan gücü ile yol alan gemiler, insanın yelkeni keşfederek ilk kez rüzgar enerjisini kaynak olarak kendine hizmet eder hale getirmesiyle birlikte giderek daha da uzaklara ulaşacaklardır.


Hayvanlardan sonra, insan gücünden de istifade edilebileceği fikri zikredilmeye başlandığında kölelik düzeni ortaya çıkıyor. Teknikleri geliştirerek güçlenen kavimler diğerlerini köleleştiriyorlar, onların emeğini sömürerek kendi işlerini ötekilere yaptırıyorlar. Geleceğe dair öngörü ve planlama yapan toplumlar etki alanlarını sürekli olarak genişleterek güçleniyor ve zenginleşiyorlar. Sürüklenmeye razı olanlar varlıklarını sürdürebilmek için köleliğe razı oluyor, itiraz edenler ise yok ediliyorlar.


Potasyum nitrat, kükürt ve odun kömürü karışımından büyülü bir güç elde edilebileceğinin farkına varmak ilk kez Çinlilere nasip olacaktır. 800 yıllarında barutu bulup onunla oynarken önce kendi evlerini ve mahallelerini yakarlar. Elden ele, dilden dile yeryüzüne dağılan barutla birlikte gelişme gösterecek olan ateşli silahlar sayesinde bundan böyle zayıf ve güçsüz olan da, akılsız olan da tetiğe dokunarak ya da fitili ateşleyerek canlının canına son vermenin tadına varacaktır.


Ateşli silahların icadı ile birlikte mertlik de sona erecek,


Savaşlar giderek kitlesel imhaya dönüşecektir.


Little Boy, yani Küçük Oğlan.                                     Oğlan küçük ama marifeti büyük.

Demokrit’in parçalanamaz anlamına gelen “atomos” adını verdiği en küçük parçacık da sonunda insana dayanamayacak ve parçalanacaktır. (6 Ağustos 1945, Hiroşima)


İnsanoğlu karşı güçlerle başa çıkabilmek için yapmış olduğu arayış ve buluşlara en iyi niyetlerle yola koyulmuş olsa da, bu buluşların çoğu kez kötü niyetlilerce kendisine kötülük olarak geri dönmüş olduğunu da görürüz. İnsanın en iyi icatlarından biri de matbaadır. Matbaa sayesinde bilginin çoğaltılarak, yeryüzüne dağılması, geniş kitlelere ulaşması sağlanmıştır.


1712 yılı insanlığın gelecekteki faaliyetleri için bir dönüm noktasıdır. Buhar makinasının keşfi ile birlikte insanın işlevini çoğu yerde makinalar almaya başlayacak, fabrikalar kurulacak, ulaşım buhar gücü ile hız kazanacak, sanayi devrimi ile birlikte insanın sosyal yaşamında da olumlu ve olumsuz çok sayıda değişim kendini göstermeye başlayacaktır.


Milas’lı Thales’in henüz M.Ö. 6. yüzyılda kehribarın kumaşa sürtüldüğünde elektik yüklendiği ve bazı maddeleri çektiğini tespit eden ilk kişi olduğu söylenir. Elektrik doğada kendiliğinden vardır ve insan tarafından keşfedilmemiştir. Onun gücünün farkına varan insan elektriği kendine hizmet verebilecek şekilde üretmenin yollarını aramış ve bunu da 19. yüzyılda gerçekleştirmeyi başarmıştır.


Sonunda insan uçmayı da başarır. 1903 yılında Wright kardeşlerin imal ettiği karton kuş ile ilk kez kanatlanan insan aradan geçen yüz yıl içinde göklerin fatihi olarak barışta ve savaşta artık kendini demir kuşların marifetlerine teslim etmiş görünüyor.

Uzay mekiğini taşıyan bu rampa, kendi başına hareket kabiliyeti olan dünyanın mevcut en büyük makinası. Buhar makinesi ile başlayan serüven, enerjinin insana hizmet edebilir olmasının cazibesine kapılan aklın sürekli olarak yeni makinalar, yeni motorlar ve yeni silahlar geliştmesiyle süre gidiyor. Sanayi devrimi ile başlayan ve son yüzyıl içinde giderek hız kazanan teknolojik gelişmelerin gölgesinde, yeryüzünün çehresinde gözlemlenen artan sayıdaki felaketler bir sonun başlangıcının göstergeleri olabilir mi? İnsan karşılaştığı zorlukları yenmeye ve aşmaya çalıştıkça yeni bulgulara, çözümlere ve icatlara varıyor. Teknoloji geliştikçe insan giderek cüretkarlaşıyor, ancak her yeni imalat da yeni sorunları ve yeni zorlamaları beraberinde getiriyor. Böylece yeni çözüm arayışları başlıyor ve yaşam basit insanların yetişemeyecekleri bir hızla dönüşüme uğruyor, onların başa çıkamayacağı kadar karmaşıklaşıyor. Teknoloji kullananlar ve geliştirenler ötekilere üstün geliyor.

İki dünya savaşı, nükleer tehtid, fosil kaynakların tükenmeye yüz tutması, iklim değişikliği, gıda darboğazı, yeni yeni hastalıklar ve gelecek nesilleri bekleyen henüz bilemediğimiz nice musibet...


Tüm bu olan bitenden habersizce, kuytu bir kenarda ilkel insana benzer koşullarda yaşamlarını sürdürmeye devam edenler, kendi evine sığmakta zorlanan türün yeryüzündeki geleceğinin yegane garantisi gibi görünüyor.
Seminerin 1. Bölümüne başlarken, ekonomi ile ekoloji arasındaki ilişkiye gerek dilbilimsel gerekse varlıklar arasındaki alış-verişlerin işleyişi bakımından kısaca değinmiştik. Şimdi yeryüzündeki işleyişleri anlayabilmek için bu ilişkiyi biraz daha derinlemesine incelememiz gerekecek.

Başlangıçta evrenin ve canlıların oluşumuna, sonra da insanın diğer canlılar arasından sıyrılarak, yeryüzünün belirleyicisi konumuna gelmesi ile başlayan gelişmeleri ele almıştık; şimdi ekoloji terminolojisine daha yakından bakabiliriz. Bilimsel olarak ekoloji canlıların birbirleri ve cansız varlıkla olan ilişkilerin bütününü kapsayan bir tanımlamadır. Ekoloji bilimine temel teşkil eden canlı ve cansız varlıkların müştereken oluşturdukları, ekosistem adını verdiğimiz ortamı formüle edecek olursak

Ekosistem = Canlı(biotik) Varlık  +  Cansız(abiotik) Varlık                                          

diyebiliriz, ya da

Ekosistem = (Mikroorganizma+Bitki+Hayvan+İnsan)  +  (Toprak+Hava+Su)       (1E)

Bitkiler güneşten gelen enerjinin yardımı ile havadaki karbondioksiti alır, yaşamları için gereken karbon bileşiklerine dönüştürürler; biosferdeki tüm yaşamı olanaklı kılan ve üçüncü mutlak gerçek olarak nitelemiş olduğumuz fotosentezi daha önce kimyasal olarak şöyle ifade etmiştik:

Işık + 6CO2 + 6H2O = C6H12O6 + 6O2                                                          (2)

Bu formülü söz ile ifade etmek gerekirse,

Güneş + Karbondioksit + Su = Glikoz + Oksijen                                               (3)

diyebiliriz. Demek ki, bitkiler, güneşten ışık olarak gelen enerjiyi, bünyelerindeki klorofil pigmentinin yardımı ile alırlar, bir şeker türü olan glikoza, yani kimyasal enerjiye dönüştürürler, özsu halinde bütün dokularına taşırlar. Bitkiler bir yandan da dokusal yapıları için gereken diğer mineralleri ve topraktaki bakteriler tarafından nitratlara dönüştürülen azotu kökleri ile alırlar. Hücrelere glikoz olarak taşınan enerji, burada selüloza yani maddeye, bitkisel dokuya dönüşür. Bu dönüşümü gene sözle ifade etmek gerekirse,

Toprak (Mineraller) + Azot (Proteinler) + Glikoz = Bitki                                     (4)


denebilir. (3) ve (4) numaralı denklemleri eşitlediğimizde, şaşırtıcı bir gerçekle karşılaşırız:

Bitki = Toprak + Hava(Azot + Karbondioksit – Oksijen) + Su + Güneş                 (5)
                             
Çünkü bu denklem antik çağ düşünürlerinin ortaya atmış oldukları

Canlı(ya da her şey) = Toprak + Hava + Su + Ateş                                           (6)

metafizik denklemin ta kendisidir. Bu formül, tanrının toprağı suyla yoğurup, havada kurutup, ateşte pişirerek insana can vermiş olduğunu söyleyen Kızılderili inancına da bir anda anlam kazandırmış oluyor.

Bu doğrultuda düşünmeye devam ettiğimizde, bizler ve bizden öncekiler, antik çağ düşünürü ile ondan öncekileri algılayamadan mı yargılamış, metafizik kavramlar arasında sıkışmış hayalci filozoflara indirgemekte acele mi etmiştik? Onların inanç ve idealarını, bugünkü bilimsel verilerin ışığında doğru formüllere yerleştirme istekliliğini gösterebildiğimizde, kendi doğamıza yabancılaşarak unutmaya başladığımız, basit ama mutlak gerçeklerle yeniden  karşılaşabileceğimizi gösteriyor.

Ekosistemin temel öğelerini (1E) formülü ile ifade etmiş, ekonomi kavramını ise ekosistemi oluşturan tüm canlı ve cansız varlıklar arasındaki etkileşimler, değişimler, dönüşümler, alışverişler olarak tariflemiştik. Matamatik olarak ifade etmek gerekirse, ekonomi ekosistemin zamana göre türevidir de diyebiliriz, yani:

Ekonomi = dEkosistem/dt =  d (Canlı Varlık)/ dt + d (Cansız Varlık)/ dt                  (2E)

Şimdi bütün bu devinimi sürekli kılanın ne olduğunu sorma zamanı geldi; bizi şaşırtan (5) nolu denklemimize geri dönüp yeniden baktığımızda

Enerji = Güneş = Bitki(ya da canlı) - (Toprak + Hava + Su)(ya da cansız varlık)   (3E)

güneşin canlı ile cansız varlık arasındaki farkı yaratan kaynak olduğunu görürüz.

Ekosistem, Ekonomi ve Enerji; işte bu 3E dünyadaki tüm varoluşu ve değişimi ifade ederler. Bir an için sabah güneşin doğmadığını düşünün, bu durumda

Güneş = 0 = Canlı – Cansız
Canlı = Cansız = Toprak + Hava + Su

olacak, yani tüm varoluşu olanaklı kılan bu jeneratörü kapattığımızda, canlının canı sona erecek, o toprağa, suya, havaya ve elementlerine ayrışacak, akan enerji durağan maddeye geri dönmüş olacaktır.

Burada önerilen düşünce fragmanlarını teorik olarak geliştirilebilir, bütün madde ve enerji transformasyonlarını, yaşamsal element (karbon, azot, hidrojen, oksijen) döngülerini, canlıların üreme ve üretim, tükenme ve tüketim faaliyetlerini, insanın doğaya bilinçli ya da bilinçsiz türlü müdahalesini ve ekosistemin diğer tüm bileşenlerini de göz önünde bulunduracak matematiksel bir model üzerine kurulu bir ‘ekosistem-simulatörü’ oluşturulabilirse, kirlilik vb. herhangi yeni bir girdinin ne gibi çıktılara neden olabileceğini, ekosistemi nasıl etkileyeceğini öngörebilecek, geleceğimize yön veren, gerçekleri algılamakta zorlanan, karar vericileri ikna etme şansımızı o denli zorlamış, elde edilecek somut veriler sayesinde, onlara geçmişte nelerin yanlış yapılmış olduğuna dair kanıtları ortaya koyarak, bilgi ve fikir sahibi olmalarını sağlayabileceğiz. “Evrensel gerçekleri arayanlar onları sayıların uyumunda bulacaklardır.” dermiş Pythagoras.



Yaşamın ve Hareketin Simgesi: Enerji

Enerji sözcüğü, itici, sürükleyici, hareket ettirici güç anlamını taşıyan yunanca “energeia” dan gelmektedir. Yeryüzündeki yaşamsal döngü, güneşten gelen enerjinin atmosfer, fotosentez ve beslenme ağı yolunu takip eden transformasyonlarından başka bir şey değildir. Canlıların yaşamaları, araçların hareket etmeleri için “enerji tüketmeleri” daha doğrusu enerjiyi dönüştürmeleri gerekir. Enerji, yaşamın ve hareketin simgesidir. Enerji aktığı sürece, yani akım varsa can da vardır, canlı vardır. Enerji duruyorsa, dönüşmüyorsa, sadece taş, toprak, hava, su olabilir, ancak can olamaz.

Canlı enerjiyi beslenme yolu ile alır. Bitkiler ve sudaki bazı mikroorganizmalar fotosentez yetenekleri ile güneşten gelen enerjiyi doğrudan besine dönüştüren canlı türleri olarak beslenme ağının ilk halkasını  oluştururlar. Diğer canlılar da, bitkiler veya bitkilerle beslenenlerle beslenerek yaşamlarını sürdürürler. Böylece güneşten gelen enerji, beslenme yolu ile bitkilerden hayvanlara ve insanlara ulaşır; onların yaşamlarının son bulması ile toprağa, suya, havaya döner, oradaki bakteriler ve/veya tek hücrelilerce ayrıştırılan elementler bitkilerin köklerince alınır ve beslenme ağına geri kazandırılır.

Enerjiden Maddeye, Maddeden Enerjiye

Einstein her maddenin enerji, her enerjinin de madde olduğunu göstermiştir. Ancak evrenin neredeyse her köşesinde enerji-madde dönüşümleri süregeliyor olsa da, oralarda bizim anladığımız anlamda bir yaşamdan söz edebilmek şimdilik olanaklı görünmemektedir. İnsanlar ve hayvanlar büyümek ve gelişmek için gereken enerjiyi bitkiler gibi kendileri doğrudan üretemedikleri için, bitkileri ve diğer canlıları yiyerek yaşarlar. Doğal düzenin işleyebilmesi için nasıl bir enerji akımına gereksinim varsa insanın kurduğu yapay düzenin işleyebilmesi ve sürdürülebilmesi de gene enerji dönüşümlerine bağlıdır. Isınma ve yemek pişirme gibi temel ihtiyaçların yanı sıra üretim, ulaşım, yapılaşma ve arzu edilen tüm sosyal hizmetler, enerji var olduğu sürece devam edebilir. Gelecek jenerasyonların da güneşi görmelerini istiyorsak, sadece mantıksal ve vicdani olarak değil, matematiksel olarak da yeryüzünde ekolojik bir zayıflamaya, ya da ekonomik bir şişmanlamaya izin verilmemesi gereği son zamanlarda kendiliğinden ortaya çıkmıştır.

Ateş ile başlayan yükseliş
İnsanın enerji ile tanışması ateşin keşfi ile başlamıştır. Önceleri sadece ısınmak, korunmak ve yemek pişirmek için ateşi kullanan ilkel insan, sonraları topraktan çömlek pişirmeyi, madenleri eriterek alet ve silah yapmayı öğrenecek, başlangıçta enerjinin gücünü farkındasızca kullanmaktayken, farkındalığı geliştikçe yeryüzündeki egemen canlı konumuna yükselecektir.

Odun Çağı
İlk çağlarda insanın ateş yakması için gereken yakıt her yerde bolca bulunabiliyordu. Odun, doğal bitki örtüsünün güneşten gelen enerjiyi fotosentez yeteneği sayesinde karbona dönüştürerek depolamış olduğu, ilk insan yakıtıdır. Bu nedenle enerji tarihinin bu dönemi odun çağı olarak tanımlanır. Odun çağı sanayi devrimine dek sürmüştür.

Kömür
Buhar makinesinin keşfi ile ivme kazanan sanayileşme sürecinde, özellikle fabrika ve maden ocakları etrafında yoğunlaşan toplulukların enerji tüketimi artar. Çevrede odun bulmakta sıkıntı çekmeye başlanınca bu sefer de kömür bulabilmek için yerin altına inmek zorunda kalır insan.


Petrol…..
Artan enerji taleplerini karşılayabilmek için kurulan termik santraller için kömür ile eşzamanlı olarak petrol çağı da başlamıştır. Kömür  de, petrol de, milyonlarca yıl önce yaşamış, toprak veya su altında kalarak fosilleşmiş bitki ya da mikroorganizmalarca gene karbon bileşiklerine dönüştürülmüş güneş enerjisidir.

Kapalı devre mantığı

İnsanın doğaya duyarsız ya da bilinçsiz türlü müdahaleleri sonucu belirsiz gelişmeler ortaya çıkmaktadır. Kapalı devre mantığı ile çalışan doğal döngülerin açık devrelere dönüşmesi ekolojik dengelerin bozulmasına neden olabilmektedir. Milyonlarca yıllık bir süreç sonunda kömüre, petrole, doğalgaza dönüşmüş olan karbonun toprak altından çıkarılarak yapay enerji üretim amacı ile neredeyse tamamının geri dönüşümü olmaksızın atmosfere taşınması son yüzyılın en ciddi sorunu olmaya devam ediyor. Aynı üretim sırasında ortaya çıkan azot oksitlerin ise asit yağmuruna dönüşerek suya geçmesi, bu kez suların asitleşmesine (ötrofikasyona)  neden oluyor. Bu iki olgu da açık devrelerdir.

Oysa tüm doğal döngüler kapalı devre mantığı ile çalışır. Karbon ve azot gibi, oksijen, hidrojen ve su döngüleri, madde ve enerji transformasyonları, beslenme zinciri, gündüz-gece döngüsü ve mevsimler doğal yasa gereği kapalı devreler şeklinde programlıdır. Döngünün akarı, belirli bir yörüngede seyreden bir gezegen misali belirli  bir süre sonra aynı yere geri dönmekte, bu süreç böylece devam edip gitmektedir. Gezegenimiz bir gün aklına esip, yörüngesinden ayrılarak gelişi güzel bir yönde uzayın derinliklerine dalacak olsaydı, varoluşun başındaki kaosa hızla geri dönmüş olurduk.

Doğal Kaynaklar Tükeniyor

Bugünkü uygarlık düzeyini mümkün kılan enerjinin  temin edildiği kaynakların tükenmekte ve dünya ekosistemini tehdit eden boyutlara varan kirliliklere neden olması enerjinin geleceği ile ilgili kaygılar doğurmakta, insanlığı yeni enerji kaynakları aramaya, geleceğe dönük yeni bir enerji etiği, yeni enerji stratejileri, yeni bir enerji politikası ve yeni enerji teknolojileri geliştirmeye zorlamaktadır. Gelecek 100 yıl içinde neredeyse yakacak hiçbir fosil kaynak kalmayıp bütün karbon  da atmosfere çıkmış olduğunda yeni teknoloji arayışları için geç kalınmış olunacaktır. Sorunun alternatif çözümü olarak yenilenebilir yakıtlar ve enerji kaynakları, bilimsel ve teknik altyapıları ile hazırda beklemektedir. Şimdi bu alternative çözümlere sırasıyla bir göz atalım:

Alternatif teknik çözümlerin anlatılması
 “Akıllı hayvan” varolan ekolojik çeşitliliğin ve yaratılan kültür ve uygarlık düzeyinin bilinçli olarak yok edilmesini planlamıyorsa ve göz göre göre yaklaşmakta olan bir felaketten bir çıkış yolu arıyorsa, karşımızda sadece iki seçenek var.

-Ya karbonun toprağa, azotun da atmosfere geri dönüşünü sağlayacak teknolojileri geliştirerek açık devrelerin kapanmasını temin etmek,
-Ya da sonucu belirsiz yapay enerji üretimi tekniklerinden vazgeçerek, diğer bazı canlılar gibi sadece güneşten gelen enerjiyi kullanan teknolojileri acilen devreye sokmak. Politik yaptırımcılar ve ekonomik yatırımcılar ekolojik rönesansa ikna edilemezse, insanlık bu yüzyılı, kendi yarattığı musibetlerin gölgesinde kendine gelme süreci içinde geçirecek.